HİKAYEMİZ

HİKAYEMİZ

CavlıHane

TARİHE TARİHTEN BAKABİLMEK

“CavlıHane”
 

19.yüzyıl kent dokusunu büyük ölçüde koruyabilmiş ve zengin bir mimari içeriğe sahip Ayvalık, yapılarının yeniden hayat bulması çabasıyla mimari restorasyon sürecine girmiş ve birçoğu kent dokusunda yenilenmiş görüntüleri ile varlıklarını sürdürecek duruma gelmişlerdir. Mevcut hayata döndürme çabalarının büyük bir bölümü iyi niyetli olsa da hem malzeme temini, hem teknik yetersizlikler hem de teorik bilginin geri planda kalması gibi birçok sebep, Ayvalık Evlerinin kent dokusuna uygun olarak restore edilmedikleri ve yapıların gerçek kimliğinin ortaya çıkarılması noktasında başarısız olunduğu gözle görülebilir bir gerçektir. Evlerinin yapım malzemesi, cephe düzeni, pencere ve kapı kuruluşları ile bu kuruluşların detaylarını restorasyon sürecinde çok iyi kavramak ve genel karaktere uygunluğu noktasında gerekli hassasiyeti göstermek sanırım gerçekliğe ulaşabilmek için çok önemlidir. Restorasyon süreçlerinde ilk adım, özellikle yöreye özgü karakteristik sarımsak taşı ile ortaya çıkan cephe kurgusu,  kemerli ya da yüksek lentolarla çevrelenmiş kapı kuruluşları, geniş açıklıklar şeklinde düzenlenmiş pencereler, kent dokusundaki diğer tarihi konutlarla aynı bütünlüğü sağlayabilmesi olmalıdır. Bu, işin teknik ve teorik bilgisi ile oluşan zemindir. Restorasyon süreci için başarıyı etki edecek diğer bir etken ise, gerçekten bir evin ne olduğunu, ne istediğini anlamak ve o evin tarihi ile kendi kişisel tarihinin de keşişmiş olması, kısacası onu soluyabilmiş olmak, ona dokunabilmektir.  Çünkü tüm tarihi evler gibi Ayvalık Evleri de dışarıdan başka, içeriden başka hikâyelerle doludur. Bu hikâyelerin içinde olan kişi evin ne istediğini daha iyi anlamaktadır. Evin kendi gerçekliğine daha yakından bakabilme şansına sahiptir. Belki de bu sebeple son dönemin en güzel restorasyon örneklerinden birine örnek olarak gösterilebilir Cavlıhane;

Mehmet Cavlı,  doğduğu  ve tüm o birikmiş hikayelerini dinlediği evini tekrardan hayatla buluşturmak istemiş, çıktığı bu yolda   hem malzeme kullanımındaki özen ve hem de  yapının orijinal dokusunda en yakını bulabilme kaygısı  ile yapıyı yeniden düzenlemeyip, eski haline can katabilme gibi bir sonuca ulaşabilmiştir. Cavlıhane’nin içersisi  katman katman tarihin biriktirdiği hikayelere ev sahipliği yapmaktadır. En az 132 yıllık yaşanmışlığın hikayesi, zeytinle ve denizle başlayan hayatları, yıllar sonra göç, ayrılık ve özlemi bırakmıştır evin içine. Fakat farklı zaman dilimlerinde farklı hayatları, farklı karakterleri sığdıran bu mekânın size anlattıklarını dinlemek için o evin çok uzun yıllar duvarlarına dokunmak, kapılarını açmak, pencerelerinden dışarıya bakmak gerekir. Kısacası eve hayatını sığdırmak gerekir ki, bir ev o zaman sadece bir mekân olmaktan çıkar kendi hikâyesini yazmaya başlar.  Evin kemerli kapısı ilk olarak, Midilli ve Kavala topraklarından gelen iki mübadilin Ayvalık’ta birleştirdiği, özlemin özlemle buluştuğu yeni topraklarda birbirlerine tutundukları Mehmet Cavlı’nın babası Hüseyin Bey ve annesi Havva Hanım’ın hayatlarına aralanmaktadır. Üzerinde 1885 yazılı giriş kapısından girildiği an bu ev, artık Ayvalık’a gelen iki mübadilini tüm o zorlukların ardından 26 senelik bir hayat arkadaşlığını ve 8 çocuğu yetiştirdikleri, torunlarıyla oynadıkları nice anıyı yaşadıkları yeni memleketlerini tanımlar olmuştur adeta.

1885’ten mübadeleye kadar da evin başka bir yaşanmışlığı da olduğu muhakkaktır. Aynı süreci ve göçün zorluklarını yaşamış buradaki aile,  muhtemelen suyun öte tarafından yeni hayatlar kurmuş, özlemle Ayvalık’taki evlerini anmışlardır. Cavlıhane’nin mübadele öncesi hikâyesinin taşıyıcıları belki dr, belki hemşireydi ve evlerini aynı zamanda muayenehane, sağlık odası, merkezi vs. olarak kullanılıyorlardı. Elimizde bununla ilgili tarihsel ikamet dokümanları olmasa da, bizi bu düşüncelere iten en önemli veriler, mübadele öncesine yönelik sözel tarih aktarımlarıyla, evin plan özellikleri ve evde mübadele öncesine dair eşyalardır. Evin zemin kat düzeninde mutfak, depo, kiler olarak kullanılan giriş kat, karakteristik Ayvalık Evi’nin kullanım ve düzen tipinden farklı bir düzenlemeye sahiptir. Geniş ve bölüntüsüz alan,  duvarlardaki çok sayıdaki niş ile eve ilk yerleşildiğinde zemin katta bulunan tıbbi kullanıma yönelik şişeler ve benzer malzemelerin bulunduğu bilgisi bu husustaki önemli verilerdir. Yapı,  geniş bir avlu içersinde yer alır ve yüksek bir merdiven çıkması ile giriş kapısına ulaşılır. Birbirine simetrik açılan iki yuvarlak kemerli kapı kuruluşu ile evin kullanım alanları başlar. Yaşam alanları ve zemin kattaki düzen bağımsız bir iki mekân gibi durmaktadır. Bu düzenleme döneminde evin konutun yanı sıra sağlık amaçlı bir mekân olarak ta kullanılmış olduğuna yönelik bilgileri güçlendirir. Evin mübadeleden sonra zemin kat ihtiyaçlar doğrultusunda mutfak, kiler amaçlı kullanılmış olsa da,  Rum ailenin Cavlı ailesine bıraktığı ilk hatıralar sağlıkla ilgili kullanılan bir yapı olma ihtimalini onlara hiç unutturmamıştır.

Sonuç olarak 1885 yılından günümüze sokağının köşesine  ev sahipliği yapan bu ev, onun tarihinin  ve  hikayelerin de   bir parçası olan Mehmet Cavlı’nın örnek restorasyon başarısı ve  emekleri ile  “Cavlıhane”  adıyla  yeni bir zamana doğru kapısını  aralamanın heyecanını taşımaktadır.

Hem de eskiden yeniye ama yine kendisiyle…

Dr. Berrin Akın
Sanat Tarihçisi

AYVALIK’TA BİR HASAT

Bakakalırım giden geminin ardından;

Atamam kendimi denize, dünya güzel; 

Serde erkeklik var, ağlayamam.

Orhan Veli Kanık

 

Büyük Bir Ayrılık, Yeni Bir Hay(s)at,  Havva Hanım İskamya köyü, Midilli’nin en güzel köylerinden biri. Denize kadar uzanan zeytin ağaçları, taş evleri ve baharın taze kokusu… Havva’nın en son hatırladığı hali de buydu. Bir bayram sabahı evinden çıkıp ne olduğunu anlamadan limana geldiğinde, gözyaşları içinde bindiği kayıkta gitgide uzaklaşan çocukluğuna bakıyordu.  Nasıl her şeyi orada bırakıp gidebilecekti, bir daha buraları göremeyecek miydi? Üzerinden geçen uzun yıllara rağ- men hatırlamak istemeyeceği anılarıydı tüm bunlar. Saçlarından uçuşan bahar gitmiş, karaya ayak bastığında artık başka biri olmuştu.  Hüseyin Bey Kavala güzel memleketti. Taş sokaklar, evler, meyve ağaçları, en çok da badem.  Badem kokusu geldi mi, bahar gelmişti. Zeytin hasadı çoktan bitmiş, sokakta oynayacağı günler gelmişti. Tarlada zeytin toplamayacak, çuval taşımayacak, yağ sıkmayacaktı.

O bayram sabahı evdeki telaşı anlamamıştı. Gözyaşını tülbendiyle silen annesi ona hiçbir şey demiyordu. Sadece “gideceğiz, nereye olduğunu bile bilmeden bir yerlere gideceğiz” diyordu. Evinin kapısını çektiğinde onun için birçok anı o kapının arkasında kalmıştı.  Limanda kadınlar, çocuklar, evin babaları, askerler… Denizin üstünde onlarca kayık ve derin bir keder içinde gözyaşları vardı.  Tüm dünyası Kavala olan biri için başka bir dünya da yoktu, gidecek başka bir şehir de. Mübadele “Bedel” kelimesinden türemiştir aslında ama derin bir sızı içinde geçer günler. Doğup büyüdüğün yeri kaybetmenin acısı, gittiğin yerde de geldiğin yerde de hep özlemeyi anlatır.  Acısı, anısı hep kirpiklerinin ucunda durur. Bazen bir akşam rüzgârında gelen memleket kokusuyla, bazen de duyduğun bir türküde akar kirpiklerinin ucundan. Hiç geçmez “mübadil” olmak, orada hep durur.  Yeni Hayat  İki çocuk gitmiş, yerlerine hayat omuzlarında iki genç gelmişti. İlk göz göze geldiklerinde birbirlerini acılarından tanıdılar. Evlendiler sonra, yükü beraber taşıdılar. 26 sene beraber yaşadılar, ta ki Hüseyin Bey bırakıp gidene kadar, 8 çocuk ve bir yığın anıyla. 

O, memleketiydi geride bıraktıkları hüznü altında soluklandığı zeytin ağacı,

Anasının yaptığı ekmeğiydi. 

0, taşlı yollardan vardı mı tepedeki eve, kapısını açan gülyüzüydü. 

Bazı bazı geldiğine memleketi aklına, içinin sızısıydı. 

O, babasının tarladan dönüşü,

Kahvede içtiği demli çayı, rüzgârda savurduğu buğdaydı. 

Elini tuttuğunda sırtladığı dünyasıydı. 

O, akşam kapı çaldığında gelen huzuru, evinin tadı tuzuydu.

Hasat

İkisinin de ailesi zeytinciydi ve tek bildikleri de zeytindi.  Havva Hanım tarlaya gitmek için eşeğe bindiğinde 6 kardeş arkada sıralanır, biri kucağında biri de eteğinde olurdu.  Aralıkta, Ayvalık ayazında, sabah ezanında çıktıkları evden bir saatte anca tarlaya ulaşırlardı. Önce diptekiler elle toplanırdı. Çocukların o minik elleri donar, çocuklar üşüyen ellerini zeytin çuvalına sarardı. Zeytin pirinalarından yakılan ateşte arada su kaynar, bir demlik çayın yanında hep beraber otururlardı. Çayın yanında siyah zeytin, ev ekmeği, bir de tahin helvası olurdu.  Bir baskıyı dolduracak zeytin 6 çuvaldı. 8 kardeş, bir ana, günde 2 çuval toplardı. 23 gün eşek üstünde sabah git akşam gel. Topladıkları zeytinleri evlerinin bahçesinde biriktirirler, bir baskı olunca da doğru mengeneye... Mengenede taş arasında sıkılan zeytinin hamuru, taş havuza dinlenmeye bırakılırdı. Geceden sabaha havuzda dinlenen zeytin hamurunun üzerine göbek yağı yani zeytinin sütü çıkardı. En lezzetli yağ da bu olurdu. Kalan  hamur torbaların içine konulup baskıya yüklenir, baskıda sıkıştırılarak hamurun içindeki yağı ve suyu çıkarılırdı. Zeytinyağı ve suyu beraberce tekrar taş havuzda dinlendirilip suyunun dibe çökmesi beklenirdi. Bu aşamadan sonra zeytinyağı kaydırmalar ile toplanarak güğümlere konulup  eve getirilir, merdiven altındaki küplerde saklanırdı. Eve gelen ilk yağdan, yağı bereketlensin diye Havva Hanım mutlaka irmik helvası yapardı. Yaptığı irmik helvasını, yanına ufak birer şişe zeytinyağı ile birlikte komşularına dağıtır, her sene bu geleneğini büyük bir mutlulukla sürdü- rürdü. Yaza doğru zeytinyağı biten küpün dibinde kalan tortu (posa) ile Havva Hanım, bir miktar kostik alıp kaynatıp evinin sabununu da yapardı. Yıllar hep böyle geçerdi.

Ömür AKKOR